Acılara Tutunma Girişimleri – Million Dollar Baby (2004)

Acılara Tutunma Girişimleri – Million Dollar Baby (2004)

Spora dair anlatılan sinematografik hikayelerin, klasik anlatımcı sinemayla olan uyumuna neredeyse her yazıda değinmekteyim. Klasik anlatımcı sinemanın temel aksı olarak kabul edebileceğimiz “kahramanın ormanı” alegorisi; sporcuların hayat çizgilerinde tam anlamıyla can bulur. Hayatın kendisi adeta bir ormandır başarılı sporcular için ve başarıya ulaşmaları, senaryonun katharsis bölümünü beraberinde getirir.

Clint Eastwood’un 2000’lerde ortaya koyduğu en iyi işlerden biri olan Million Dollar Baby de bu başarı hikayesinin farklı bir yansıması niteliğinde. Eastwood’un sinemasının olgunlaştığı dönemde gördüğümüz “yaşlı ve inatçı adam” figürünün etrafında şekillenen film; bir başarı öyküsünü, yakın çevreyle yaşanan temaslarla beraber beyaz perdeye yansıtır. Bu temaslar; tıpkı Behzat Ç serisinin ilk kitabının isminden de hatırlayacağımız gibi, insanlarda izler bırakır. Kalan izlerin sonucu ise, beklediğimiz katharsis anını yerle bir eder.

Filmin büyük bir bölümü, sıradan bir usta çırak ilişkisi motifiyle ilerler. Spor filmlerinde çokça rastladığımız, ilham verici usta ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan çırağın hikayesi; çırağın zirveye çıkmasının yaşatacağı katharsisi bekletir. Frankie Dunn (Clint Eastwood) ve Maggie Fitzgerald’ın (Hillary Swank) aralarındaki bağ da bu hikaye gidişatını güçlendirir. Filmin ilk anlarında kabullenmeyen usta, sonralarda yeteneği ve hırsı keşfeder. Bunun sonucunda da daha çok çalışan hırslı çırak, zirveye ilk adımları atmaya başlar.

Bu gidişatın ilerlediği rotada, her zaman yakınlarda bulunan kötü örnekleri de görürüz. Yeteneksizlerin, başaramayanların ve hatta başarmanın hayatına olumsuz etki edenlerin hikayeleri de; Maggie ve Frankie’yle aynı boks kursunda yer almaktadır. Özellikle de boks uğruna tek gözünü kaybetmiş olan Scrap’in (Morgan Freeman) varlığı; sporda da tıpkı hayatta olduğu gibi, mücadele ederken kayıpların yaşanabileceğini ve hatta kaybeden tarafta yer almanın doğallığını gösterir.

Maggie’nin başarı hikayesi, beklenen peri masalına ulaşamaz. Hayatın akışı, kahramanın ormanını bir anda kurutur. Zorluklarla mücadele şansının tükendiği an, hiç beklenmedik bir yumrukta ortaya çıkar. Kariyerinde hızla ilerleyen Maggie, yalnızca yediği bir yumrukla hayatın akışından tamamen kopar. Onun en büyük destekçisi olan Frankie ise, kaygılarının farklı yollarla da olsa haklı çıkması nedeniyle beraberinde bu kopuş durumuna eklemlenir.

Kadın boksör çalıştırmaktan uzak duran Frankie; başta fiziksel olarak zayıf gördüğü Maggie’nin çabucak zarar göreceğini düşünmüştü. Ancak ringde gördüğü seviye ve yediği son yumrukta gördüğü zarar; Frankie’nin tahmin ettiğinden de öte bir noktada olur. Fikirlerine, inançlarına ve kültürüne katı bir biçimde bağlı olan Frankie; inandıklarından fazlasını kazanırken, bir anda inandıklarından çok daha fazlasını, hatta inandığı ne varsa hepsini kaybeder. Maggie’yi yatağa bağlı yaşamak zorunda bırakan yumruk; yalnızca bir maçın değil, birden fazla hayatın da kaybına yol açar.

İnanç ve mücadele; sporun fiziksel boyutu haricindeki temel taşları olarak görülür. İnanç ve mücadele karışımının getirdiği duygusal bağ ile oluşan Million Dollar Baby; hayatta hiçbir zaman tasarladığımız katharsislere tam olarak ulaşamayacağımızın bir tezahürü niteliğindedir. Mükemmel senaryoların hepsi, yalnızca tek bir anın gerçeklemesiyle tuzla buz olabilir.

Bu anlarla karşılaşmamak adına maksimum eforun sarf edilmesi de, tahmin edilemeyen bu anlar geldiğinde çaresiz kalmamıza derman olmayacaktır. Hocası Frankie’den Mo Cuishle (Sevgilim, canım – Galce) yazılı kıyafeti alacak kadar gözüne giren ve bu yoldaki mücadelesi başarıyla sonuçlanmaya çok yakınken, bir anda ölüm döşeğine düşen Maggie’nin yolculuğu; bu karamsar gerçeğe verilecek en iyi örneklerden biri olarak ortaya çıkar.

Hayattaki salt insan figürünü sinemasına en iyi aktaran yönetmenlerden olan Clint Eastwood; başarılı senarist Paul Haggis’in kaleminden çıkan bu metinde de hünerini sergiler. Kaybeden insanların var olduğun, hayallerimizdeki başarıların yok olma süresinin çok kısa olduğunu bir kez daha beyaz perdede gösterir. Teknik açıdan her zaman risksiz ve oyuncuyu ön plana alan yönetmini bu filmde de devam ettiren Eastwood, bu sayede doğrudan insanlara temas etmeyi başarır. Spor filmlerinin birincil amaçlarından olan ilham verme gereksinimi; Clint Eastwood’un bu tercihi sayesinde başarıya fazlasıyla ulaşır.

Ayrıca pek çok filminde gördüğümüz inanç kavramını da, bu sefer sportif mücadeleyle harmanlayan usta yönetmen; en katı bağnazlığın dahi, inanan ve mücadele edenin yanında eriyebileceğini seyirciye ispat eder. Sonucun geri dönüşü olmayan kayıplara yol açma ihtimalini bile bile bu mücadeleye girmek ise; hayatın kaçınılmaz kazanma formülünden başka hiçbir şey değildir.

Bu film eleştirisi, Deplase Dergi’nin Mart 2021 sayısında yayımlanmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.