Beraber Yaşamak Mümkün – Invictus (2009)

Beraber Yaşamak Mümkün – Invictus (2009)

Umudun ve hayatın var olduğu yerde, ne olursa olsun spor da dahil olur. Ülkelerin hikayelerini incelediğimizde, sporun da o hikayelerde önemli bir yer kapladığını görürüz. Örneğin; Kurtuluş Savaşı sırasında oynanan ve Fenerbahçe’nin işgal güçleri takımını 2-1 yendiği General Harrington Kupası maçı, Türkiye tarihinin mihenk taşlarından biri olmuştur.

Bu ve benzeri örneğe, her ülkenin tarihinde rastlamak mümkün. Invictus’ta karşılaştığımız örnek ise, umudun sembolü olan iki kahramanın aynı ülkede ve aynı tarihte bulunuşunun hikayesi. Bu kahramanlardan ilki; yıllarını hapishanede geçirmesinin ardından ülkenin umudu olan büyük lider Nelson Mandela (Morgan Freeman). İkincisi ise Güney Afrika’nın yıllardır başarılı olamayan ve ‘soylu’ bir beyaz aileden gelen bir kaptan olan François Pienaar’ın (Matt Damon) önderlik ettiği Güney Afrika ragbi takımı.

1995 yılında Güney Afrika’da yapılacak Ragbi Dünya kupasında gündemin odak noktası, uzun yıllar boyunca siyahilerin haklarını savunması nedeniyle hapis yatan ve hapisten çıktıktan 4 yıl sonra devlet başkanı olan Nelson Mandela’nın ta kendisidir. Beyazların ağırlıkta olduğu ragbide siyahilere karşı bulunan ön yargıyı kırmak, onlara tribünlerde ve sahada hak ettiği yeri verebilmek de Mandela’nın mücadelelerinden biri olur. Güney Afrika tarihinin ilk siyahi devlet başkanı olmasına rağmen ülkesindeki ırkçılığı tam olarak yenememiş olan Mandela, sporun gücünü bu alanda birleştirici bir unsur olarak kullanır.

Mandela; hem sahadaki hem de saha dışındaki ırka bağlı ayrımcılığı kırmak için Güney Afrika ragbi takımını sonuna dek destekler. Her iki topluluğun başarı ya da başarısızlık etrafında kenetlenmesini, bir ulus oluşturma adına önemli bir adım olarak görür. Bu yolda takımın kaptanı François Pienaar ile temaslarını sıklaştıran Mandela, takımın da bu sorumluluğu hissedebilmesini sağlar. O dönemde hiç de favori görülmeyen Güney Afrika ragbi takımı; yenilmesi imkansız görülen Yeni Zelanda’yı, siyahiler ve beyazların bir arada maç izlediği bir mücadele sonucunda, uzatmalarda mağlup eder ve şampiyonluk ipini göğüsler. Kupa Mandela tarafından François Pienaar’a teslim edilir. Mandela’nın düşündüğü bütün olma duygusu, spor sayesinde kanlı canlı olarak gözlerinin önüne serilmiştir.

Tarihte ırkçılığı yenmek adına en büyük mücadelelerden birini veren Nelson Mandela, sporun birleştirici gücünü ülke lehine kullanmıştır ve ilerleyen süreçte ayrımcılığın neredeyse kökünü kurutmuştur ülkesine. Bu durumu sağlarken sporun da bir enstrüman olarak kullanılması ve şampiyonluğun getirdiği coşkunun, ne kadar da kenetleyici olduğu gerçeğini gözlemlemek ise filmde de, filmin uyarlandığı gerçek hayatta da katharsislerin önemini bizlere vurgulamaktadır.

Dramatik anlatılarda; anlatının finalinde umut mesajının sağlam bir biçimde verilmesi, seyirciye katharsisi sağlatan en garanti yollardan biri olmuştur. Bu nedenle Amerikan sinemasında da, başarılı örneklerin büyük bir çoğunluğunda umudu ön planda görürüz. Bu durum aslında spor için de geçerlidir. Bir sezon boyunca desteklediğimiz takımın; inişlerini, çıkışlarını, en iyi ve en kötü hallerini gözlemleyerek heyecanlanırız. Yolun sonu şampiyonluk olduğu zaman, filmlerde yaşadığımız katharsis durumunun sahadaki tezahürünü hissetmiş oluruz. Kısaca özetlemek gerekirse, dramatik açıdan lineer olarak akan her hikaye birbirine elbetteki benzer. Ancak sporun anlatısı, klasik anlatımcı sinemayla bu iniş çıkışlar ve katharsisler sayesinde daha da çok benzer.

Amerikan sinemasında klasik anlatımcı sinemanın kurallarını en iyi uygulayan yönetmenlerden biri olan Clint Eastwood; ırkçılığa karşı net tavır koyduğu filmleriyle efsanevi işler ortaya koymuştur. Unforgiven (Affedilmeyen, 1992) ve Gran Torino (2008) ile aksiyonla resmettiği ırkçılık karşıtı ana karakterlerini, bu filmde Nelson Mandela’nın ana faktör olması nedeniyle daha pasif bir politikayla katharsise ulaştırmıştır. 2010’lu yıllara gelene kadar sergilediği kusursuz reji performansını bu filmde de ortaya koyan Eastwood; sonraki yıllarda sağcı politikalara destek veren filmlere imza atsa da, önceki kariyerinde ırkçılığa karşı koyduğu net tavırla takdir toplayan bir yönetmen olmuştur. Invictus’ta da birleşmenin gücünü, kupanın siyah ve beyaz eller tarafından kaldırıldığı planla net bir şekilde sembolize etmiştir.

Bu film eleştirisi, Deplase Dergi’nin Ağustos 2020 sayısında yayımlanmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.