Bir Adım Atma Meselesi – Chariots of Fire (1981)

Bir Adım Atma Meselesi – Chariots of Fire (1981)

Sporun en temel unsuru olarak nitelendirebileceğimiz başarı elde etme hırsı, bizleri bambaşka duygulara da sürükler. Rekabetin verdiği haz, kazanmanın verdiği tatmin duygusu bu duygulara örnek olarak gösterilebilir. Ancak bir sporcu hayatını bir spora adarken, bunlardan daha temel bir duyguyla hareket etmeye başlar. Bu duygu, yapılan spora bağlanılmasını sağlayan tutkunun ta kendisidir.

Chariots of Fire filmi; tutkunun bir araya getirdiği, kavga ettirdiği, rekabete soktuğu ve başarıya ulaştırdığı sporcuların hikayesini anlatır. Britanya adına yarışmak için çaba sarf eden iki atlet olan Musevi atlet Harold Abrahams (Ben Cross) ve Katolik İskoç Atlet Eric Liddell’ın (Ian Charleson) rekabeti üzerinden ilerleyen filmin hikayesi; sporda başarı için feda edilmeyecek hiçbir şeyin olmadığının belgesi niteliğindedir. Yönetmen Hugh Hudson; kariyerinin olumlu anlamda biricik örneği olan bu filmde, rekabetin dramatik yapısını başarıyla inşa etmiştir. Ayrıca Hudson’ın uyguladığı çekim teknikleri, sinemadaki spor anlatısına önemli bir rehber niteliğinde olmuştur. Abrahams ve Liddell’ın rekabetinde yaşananları, antrenman ve performansları başarılı bir şekilde resmeden Hudson; bununla birlikte sporun özüne dair sade bir ana fikri, yine sade bir anlatım diliyle bizlere aktarır.

Hikayenin başlangıcında Abrahams ve Liddell, kişisel değer yargılarını sporculuklarıyla beraber tanımlar. Abrahams Cambridge’den çıkan ve seçkin bir profil çizen bir atlettir. Ancak Musevi oluşu, bu seçkinliğini takım içerisinde törpüleyen bir unsurdur. Liddell ise Katolik ve İskoç kimliğini ön plana koyar. Ancak bu iki azınlık mensubu sporcunun gireceği kimlik mücadelesi, her ikisini de zedeleyecek bir sürece sürükler. Yalnızca sporda rekabet etmeye başlamalarıyla birlikte, her ikisinin de gelişeceği ve sporculuklarını Dünya’ya kanıtlayacakları bir süreç ortaya çıkar.

Abrahams ve Liddell’ın 1919 ile 1924 yılları arasındaki gerçek hikayesinden yola çıkılarak yapılan film; sporun sosyolojisine ve iç dünyasına dair pek çok sözü aynı anda barındırabilecek kadar kuvvetli bir metne sahiptir. İngiltere’nin ekseriyetinden gelmeyen, farklı iki etnik ve dinsel kökenden gelen; ancak buna rağmen aynı sporda yarışan ve ülkelerini temsil etme amacı güden iki gencin hikayesi perdeye yansır. Sportif rekabeti din ve ırk kavramlarıyla açıklama hatasına düşen Abrahams ve Liddell; bu düşüncelerinde yanılgıya uğrarlar. Bu yanılgı, onların esasta varmaları gereken noktayı gösterecek yol olur.

Koşuculuğa başladıkları anda içlerinde besledikleri tutku, rekabet hırsı ve başarmanın vereceği haz; onları ilk kayıplarında yeniden kamçılamaya başlar. Sporun haricindeki her şey ortadan kalktığında ise ortaya pür bir rekabet çıkar ve bu rekabetin sonucundaysa, içlerinden birisi düşlediği başarıya ulaşır. Buna rağmen kaybeden kazananın altında hiçbir şekilde ezilmez. Çünkü mücadelesini sonuna kadar sürdüren kaybeden de, en az kazanan kadar kıymetli bir noktada olduğunun farkındadır. Bu rekabet sayesinde İngiltere’nin 400 metre koşusunda bir Olimpiyat altın madalyası olur. Kazanan hem ülke hem de sporun ta kendisi olmuştur.

Sporun dinamiği yalnızca rekabet üzerine kurulur. Sporcular, sosyolojik olarak gelen baskıyı bir kenara bıraktıklarında salt başarıya ulaşmanın yollarını görebilirler. Aksi takdirde toplumun sporcuya yüklediği yük, onu spordan men edecek noktalara ulaştırır. Liddell ve Abrahams; yaşadıkları sürecin sonunda, bu yüklerden kurtularak kendilerini daha da başarılı birer sporcu yapmışlardır. Yükün sporcunun üzerinden hiç inmediği bir örnek olarak da, 2005’teki Türkiye – İsviçre maçını düşünebiliriz örneğin. O dönem bütün bir toplumun baskısı sporculara yüklenilmişti. Bu büyük yükün sonucunda; neredeyse ülkenin spordaki kaderinin çöpe gitmesine yol açacak olaylar yaşanmıştı.

Bu iki denklemden yola çıkarak şu sonuca varabiliriz. Sporun saha içindeki tutkusu, Dünya üzerindeki her şeyi yenebilecek güçte. Irk, din, dil ayrımlarını anında yok edebilecek kadar kuvvetli. Ancak toplumun tutkuları empoze edildiğinde, ortaya çıkan sonuç yalnızca felaket olacaktır.

Bu film eleştirisi, Deplase Dergi’nin Ekim 2020 sayısında yayımlanmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.