Sporda başarıyı getiren en önemli unsurları daha önce bu köşede yer alan filmlerde görmüştük. Ancak rekabet unsurunun her iki yanını görebildiğimiz filmler, konjonktürel olarak hoş karşılanan yapımlar olmamaktadır. Çünkü klasik anlatımcı sinemanın temel yapısını oluşturan ve “kahramanın öyküsü” olarak adlandırılan senaryo matematiği; iki kahramanın olduğu yapımlardan uzak durur. Anlatıyı izleyiciye aktarırken yaşanan problemleri gidermek adına; rekabetin bir boyutunu kahraman ve diğer boyutunu da onun yenmesi gereken zorluk olarak görürüz.
Bu ayın temasını oluşturan rekabet olgusuna uygun bir yapıt bulmak da, tam da bu nedenle oldukça zor bir süreç oldu. Geçtiğimiz sayılarda burada yer alan Rush’ın (2013, Ron Howard) ardından bu yapıya uygun bir film seçmek; yakın bir zamana dek neredeyse imkansız bir konumdaydı. 2017 yılında gösterime giren Borg vs. McEnroe ise; rekabetin her iki yanını ve spordaki başarı olgusunu aynı anda aktarmayı başaran bir yapım.
1980 yılında oynadıkları Wimbledon finaliyle akıllara kazınan Björn Borg (Sverrir Gudnason) ve John McEnroe (Shia LaBeouf); filmde oynadıkları maçın öyküsüyle ekranlara yansır. 1980’deki tarihi finale gelene kadarki süreçlerine tanık olduğumuz Borg ve McEnroe; farklı iki yolu kovalar ve 4. seti 18-16 McEnroe lehine bitecek sete gelen sürece doğru sürüklenirler. Rekabetin güçsüz tarafı ve güçlü tarafı anlık nüanslarla yer değiştirir. Kazananın bir kişi olduğunu bilsek de, sonraki süreçte kazananın her iki taraf olacağı bu maç; her iki oyuncunun da hayatının kalanını etkilemiş olur.
Yalnızca bir maçta başarı kavramını içselleştirmeyi başaran Borg ve McEnroe; birbirlerine karşı verdikleri mücadele sayesinde, başarının nasıl bir ağır yük getirdiğini, o noktaya nasıl geldiklerini ve hangi hataları bir daha yapmayacaklarını algılarlar. Bu sayede aylarca ve hatta yıllarca çalışılan bir spor müsabakası finali; bütün bir hayatın rehberi olabilecek bir konuma ulaşır. Hem Borg’un gelecek kariyerine, hem de McEnroe’nun bir numara oluş sürecine kapı açan bu maç; tarafların da bir noktadan sonra saygılı iki rakipten, iki yakın arkadaş olma sürecini de tetikler.
Rekabetin her iki tarafına da tanıklık etmeye fırsat veren Borg vs. McEnroe; Borg’un klasik bir Kuzeyli sporcu oluşunun iç yüzüyle seyirciyi karşılar. Üst üste gelen başarıları korumak adında gösterdiği efor, insan olarak anılmamasına neden olur. Bu nedenle de çocukluğundan beri bastırdığı duyguların yoğunlaşması ve zorlu bir rakibe karşı korkuya dönüşmesiyle karşılaşır. McEnroe ise; her zaman mükemmelin beklendiği bir aile yapısıyla bu yolculuğa başlar. Ailenin istekleriyle oluşan anksiyeteler ve öfke kontrol problemleri ise; McEnroe’nun kişiliğine doğrudan yansır.
Borg’un ve McEnroe’nun hırsının şekilleniş biçimi; burada her iki karakterin de protogonist olmasını sağlar. Kazanmak uğruna verdikleri mücadelede aynı reaksiyonlara sahip olan iki insan; aileden gelen çevre şartları ve sonrasında ilerleyen toplum yapısı farklılıklarıyla farklı şekilde tezahür eder. İsveçli soğukluğu olarak klişe bir görünüme bürünebilecek Borg ile ABD’li birinin kaba olarak görülmesiyle bir başka stereotipe konumlandırılabilecek McEnroe; yalnızca bir maçta gösterdikleri performansla aynı karaktere ve aynı kabullenmeme reaksiyonlarına sahip olduklarını keşfederler.
Ancak her ikisi de bu hırsı tamamen sahaya yansıtarak; birbirlerinin performanslarını karşı performans göstererek takdir etmeyi de başarır. Öfke, hırs ve argo sözcükler yerini salt mücadeleye bırakır. Bu sayede finale kadar hiç kimseden saygı görmeyen McEnroe bile, finaldeki performansıyla hak ettiği saygıyı geri alır.
Rekabet olgusunun mükemmele yakın yeteneklerle gerçekleştiği spor platformları, her zaman bu rekabetin ilgi çekiciliği sayesinde daha da öne çıkar. Günümüze değin süren Ronaldo – Messi veya Federer – Nadal – Djokovic rekabetleri düşünüldüğünde; bu rekabetlerin katma değer oluşturduğunu ve sporun tanınırlığını katbekat arttırdığını gözlemleyebiliriz. Ayrıca bu oyuncuların mükemmele ulaşma çabaları da, aynı mükemmellikteki bir veya birden fazla rakibin varlığı sayesinde gerçekleşmekte. Borg vs. McEnroe’da da bu katma değerin her iki tarafını da gözlemlememiz mümkün olmaktadır.
İlk finalinde mükemmel bir oyun ortaya koyan McEnroe; beşinci finalindeki Borg’un mükemmele dönüşünü tetikler. Borg’un performansı ise McEnroe’nun yeni mükemmel oluşunun kapılarını ardına kadar açar. Bu sayede rekabetin yıpratıcı yönleri bir kenara bırakılır ve saha üzerinde tanık olduğumuz salt rekabet ortaya çıkar. Sporun güzelliği olarak bahsedebileceğimiz bu çekişme; seyircilerin de spora tutkun olmasına giden yolu açar. Biz seyircileri de mükemmel rekabetler spora meftun etmiş olur.
Filmin rekabet unsurunu başarılı bir biçimde yansıtan yönetmen Janus Metz; sonraki süreçlerinde ise belli başlı noktalarda sınıfta kalmakta. Ana fikri destekleyecek pek çok cümleyi doğrudan ekrana yansıtan Metz ve/veya senaryo ekibi; filmin aktarısının güçlendirilmesi çabasını sıkıntıya sokmuştur. Bu nedenle rekabetin kendisini filmden yola çıkarak algılayabilmek oldukça zorlaşır ve dikkat dağıtıcı bir boyuta ulaşır.
Ancak sahada yer alan rekabetle birlikte, ikilinin Wimbledon’a geliş sürecinin aktarılması ise; son dokunuşlardan bağımsız olarak sorunsuz bir biçimde kotarılmış. Borg merkezinde yola çıkan bir hikaye olması kusuruna rağmen; her iki protogonistin de maça olan etkisini algılatabilmek ise; senaryo ve rejinin tek büyük başarısı olarak değerlendirilebilir.
Spordaki büyük hikayelerinin ortaya çıkışını sağlayan en önemli unsurlardan birinin rekabet olduğu; Borg vs. McEnroe filmi sayesinde gözümüze bir kez daha çarpar. The Last Dance‘teki Micheal Jordan’ın dahi rekabette hikayeye ihtiyaç duymasıyla dahi açıklanabilecek bu hissiyat; spordaki ilgi unsurunun da temelini oluşturur. Bu sayede filmdeki rekabet temeli, spor hikayeleriyle neden kolayca özdeşleşilebildiğini kolayca aktarır.
Bu yazı, Deplase Dergi’nin Eylül 2021 sayısında yayımlanmıştır.