Kalecinin yalnızlığına dair pek çok eser kaleme alınmıştır. Camus’nün de Sunay Akın’ın da bu olgu hakkında edebiyata kazandırdığı eserler, futbola dair düşüncelerimizi sorgulamaya iter. Örneğin; “Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.” sözü gibi. Çünkü kalecilik, yalnızlığın ve boşluğun futbolda yegâne hissedildiği yerdir. Alman sinemasının efsane yönetmenlerinden Wim Wenders’ın perdeye aktardığı Peter Handke romanı ve aynı zamanda bu ayki yazıma konu olan Die Angst des Tormanns beim Elfmeter (Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesizliği), bu boşluğun bir anatomisini bizlere sergiler.
Josef Bloch, Avusturya liglerinde oynayan profesyonel bir kalecidir. Filmin ilk sekansında gördüğümüz maçta, ofsayt zannıyla topun gidişini sadece seyreder ve takımın geri düşmesine neden olur. Hakemin ofsayt vermemesine sinirlenir ve sahada kavga çıkarır. Bu nedenle futboldan uzun bir süre uzaklaştırılır. Ancak bu duruma neden oluşuyla başlayan süreç, kendisinin oyuna odaklı bir hayattan yavaş yavaş koptuğunu göstermektedir. Artık hayatta yaşadığı hiçbir olay, kendisi adına önem arz etmemekte ve hiçbir duygunun harekete geçmesini sağlamamaktadır.
Futboldan uzaklaştırılmasını, uzak kaldığı süre boyunca karıştığı olayları, yaşadığı olayların peşinden gelişini, tıpkı kalecilerin oyunu izlediği gibi, uzaktan izlemekle yetinir. Gözü, kısa zaman içerisinde başına gelenlerle oluşturduğu hayat yolculuğu üzerindedir. Kalede olduğu gibi ciddiyetsiz ancak hep tetikte gibidir. Her gün itinayla gazetelerin sayfalarını karıştırır. Hayatına karşı gelişen atakları bu sayede takip eder.
Geçmişinden bağı olduğunu bildiğimiz tek insan olan Hertha’nın bulunduğu kasabaya giderken yaşadıkları ve kasabada başından geçenler, bize hissizleşmenin ve boşluğun tanımını yapar. İçgüdüsel olarak devam ettirdiği dürtüleri haricinde hiçbir olguya heyecan duymamaktadır. Hayatının her günü birbirinin aynı geçmekte, yalnızca futbol ve kadınlara karşı heyecanını belirtmektedir Josef Bloch.
Kasabaya doğru yolculuğa çıkmadan hemen önce karıştığı cinayetin onu kovaladığını bilmesine rağmen, soğukkanlılığını korur ve o an için tek amacı olan Hertha’yla platonik ilişkisine devam eder. Bloch’un hayatı tıpkı eski meslektaşı Camus’nün Yabancı’sında geçen; “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” cümlesinde olduğu gibi bir boşluk hissiyatıyla doludur. Karakter hiçbir şekilde bunu aşmaz ve bunun için çaba göstermez. Ancak filmin son sekansında gördüğümüz futbol maçında; üzerine düşündüğü ve emek harcadığı tek şey olan kaleciliğin, Bloch’un boşluğundaki tek kaçış noktası olduğunu görürüz. Kaleciliğin tüm reflekslerini okuyabilmekte ve penaltı anındaki en küçük mimikten sonucu tahmin edebilmektedir.
Kalecilerin yalnızlığındaki duygusallık, bizlere çoğu zaman güzel bir tat bırakmıştır. Sanatın pek çok alanında üretim vermiş insanların, kaleciliği denediği örnekler de epeyce karşımıza çıkar. Julio Iglesias, Albert Camus ve belki de futbol kariyeri profesyonel olarak devam etmese, Türkçe öğretmenliğiyle hayatını kazanacak olan Şenol Güneş’i de bu yalnızlığı ve boşluğu, üretime çevirmiş insanlar olarak değerlendirebiliriz.
Hayatı da oyunu okuduğu gibi okuyan “kaleci”ler başarılı olurken, hayata karşı kayıtsız kalanlar ise kendi boşluklarında kaybolmaya mahkûm olurlar. Bloch ikincisi olmuş gibidir. Ancak kalecilik refleksleri hâlâ sabittir ve bu sayede ilkine dönme potansiyeli her zaman mevcuttur.
Not: Bu filmi izleyip, #izlenmeli köşesine taşımamı öneren Öykü Sofuoğlu’ya çok teşekkürler!
Bu film eleştirisi, Deplase Dergi’nin Mayıs 2020 sayısında yayımlanmıştır.