Sonlar ve Başlangıçlar – The Fighter (2010)

Sonlar ve Başlangıçlar – The Fighter (2010)

Boks filmlerinde her zaman bir yükseliş hikâyesi izleriz. Hem klasik anlatımcı sinemanın dinamiklerine uygundur bu yükselişler, hem de gerçekte yaşanmış hikâyeler de böyledir aslında. The Fighter (2010) da bu hikâyelerden biri gibi görünse de, aslında bir düşüşün tam zıttına konuşlandırılmış bir yükselme görmekteyiz. İrtifa kaybederken ailesini aşağıya çeken bir adam ile bagajlarını doğru yerde yanına alıp, doğru yerde de bırakmayı öğrenen protogonistin hikâyesine hoş geldiniz.

David O’Russell sinemasının Akademi tarafından değer görmeye başladığı ve kendisini A sınıfı yönetmenler listesine terfi ettirdiği, Christian Bale’ın yıllardır verdiği-aldığı kilolarla gündeme gelirken bu sefer hak ettiği ödülü kazandığı, Mark Wahlberg’ün ise kariyerinde elde edebileceği en iyi başrole kavuştuğu filmdir The Fighter. Çünkü Amerikan sinemasında bağımsızdan ana akıma geçiş süreci zorlu olmakla birlikte, mahalleden çıkan klasik anlatılar her zaman ‘en iyiler’ listelerinin üst sıralarında yer almakta başarılıdır. The Fighter’da da bu başarı hikâyesinin sağlanmasına aracı olan en önemli unsur, bir başka başarı hikâyesidir: Micky Ward (Mark Wahlberg)’un hikayesi.

Sugar Ray Leonard efsanesiyle maç yapma şansına erişen, o maçta da Sugar Ray’in ayağının kaydığı an sayesinde kasabası Lowell’ın efsanesi olan Dickie Eklund (Christian Bale); kariyerini mahveden bir uyuşturucu bağımlısıdır. Ailesi, Lowell ve HBO belgeselcileri yüzünden hâlâ meşhur ve popüler olduğunu düşünür. Ancak sefil bir hayat yaşarken, yetenekli olduğu bilinen kardeşi Micky’nin kariyerini de, kendi skandallarıyla mahvetmeye başlayan biridir.

Dickie’nin dünyası söndüğü andan itibaren Micky’nin kariyerinin yükselişini görürüz. Dickie’nin varlığının, Micky için adeta toksik madde niteliği taşıdığını onun yokluğunda görürüz. Dickie’nin toksik maddeden sağlıklı hücreye dönüşmesi çok uzun bir zaman alacaktır. Ancak Micky’nin Dickie’li ve Dickie’siz hayatını birleştirmesi, onu nihai zafere, şampiyonluğa götürecektir.

Burada Dickie’nin haricinde düşülmesi gereken bir not da Melissa Leo’nun canlandırdığı Alice karakteri ve onun temsil ettiği aile mitidir. Micky’ye; ailenin kutsallığını ve her zaman yanlarında olmak zorunda olduğunu öğütleyen anne ve yedi kız kardeşi, onun Dickie’nin yokluğunda kurmaya çalıştığı hayatta en büyük ayak bağı olur. Sevgilisi Charlene (Amy Adams) ile hedefleri doğrultusunda ilerleyen Micky, ailenin fütursuz itirazlarına maruz kalır. Çünkü aile, onun temelini atmıştır ama vizyonlarının yettiği yere kadar götürebilmiştir. Ayrıca Dickie’nin elde ettiği ‘başarı’yı ondan beklememektedir. Micky; doğduğundan beri kafasında oluşan aile mitini geride bırakarak, son noktaya kadar gelir. Son noktada ailesinin vizyonunu genişletmesi sayesinde onlara kendi hikâyesinde birkaç kişilik yer açar.

İlk paragrafta bahsettiğim ‘bagajlarını doğru yerde bırakıp, doğru yerde yüklenme’ durumu filmin ana unsuru olmakla birlikte, yükselişine tanık olduğumuz Micky Ward’un hayatının geçtiği İrlandalı-Amerikalı kasabası Lowell’ın sosyokültürel yapıtaşları sayesinde Rocky serisinin Philadelphia’sında olduğu gibi işlevsel bir rol üstlenir. Çevre, başarının gerçekleşme sürecinin çalışmakla birlikte yegâne değişkenidir.

Spor filmlerinin ana temalarını ve bize hissettirdiklerini, çok da spoiler vermeden, işlemek üzere bulunduğum köşeye de ben hoş geldim. Klasik anlatımcı sinemanın en başarılı işlenebildiği ‘Based On a True Story’lerden olan boks hikayelerinden biriyle başlamış bulunmaktayım. Diğer sporlarla ve diğer şahane spor filmleriyle burada buluşmak üzere.

Bu film eleştirisi, Deplase Dergi’nin Ocak 2020 sayısında yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir