Yetenekle Gelen Cefalar: The Last Dance (2020)

Yetenekle Gelen Cefalar: The Last Dance (2020)

İzlenmeli köşesinde bu yazıyla birlikte ilk yılımı bitirip, ikincisine başlıyorum. Geçen bu bir yıl içerisinde; spor filmlerini mümkün olduğunca dramaturjik açıdan ele almaya çalıştım. Yapıları gereği “karakterin yolculuğu” olarak tabir edilen, karakter dizaynı için muhteşem malzemeler sunan spor filmleri; zannımca analiz etmesi son derece keyifli yapıtlardır. Ancak bu yazıda; daha önceki yazılarda kurmaca filme aktarılmış gerçek ya da kurgu karakterlerin dışına çıkarak, karakterin bizzat kendisiyle özdeşleşme fırsatı yakalayacağız.

Amerikan film endüstrisinde uzun yıllardır çıkması beklenen belgesellerden olan Chicago Bulls ve Michael Jordan belgeseli; yazının okunduğu tarihte geçtiğimiz yıl olacak olan 2020’de gün yüzüne çıktı. Netflix ve ESPN’in ortak yapımı olan The Last Dance belgeseli; basketbol tarihinin en önemli sayfalarından birkaçını yeniden okumamızı ve bugünün gözlükleriyle 80’leri ve 90’ları görmemizi sağladı. Üstelik 10 bölümlük bir dizi olarak ekranlara yansıyan bu yapım; spor tutkunları başta olmak üzere, dizi tüketmeyi seven tüm insanların odak noktası haline geldi. Pandemi dönemi içinde adeta güneş gibi doğan bu yapım; her hafta ikişer bölüm yayınlanması sayesinde, karantinanın gündemini birkaç haftalığına ele geçirdi.

The Last Dance’te; tıpkı bir drama yapıtında olduğu gibi, karakterlerin gelişimini en başından itibaren görmekteyiz. Dramada hayattaki ve andaki motivasyonlarının ne olduğu önemliyken; burada hayat ve anın içerisine basketbol da ekleniyor. Kariyerlerinde hedeflediklerine ulaşmaya çalışan bir grup basketbolcunun yarattığı şampiyonluk tiranı; bu tiranın bileşenlerinin ayrılmasıyla anlatılmaya başlanıyor.

Dramatik yapıda çekirdek noktası olarak belirlenen protagonistin ya da anti kahramanın rolünü, bu yapımda basketbolun zirve ismi Michael Jordan üstleniyor. Jordan’ın kariyer başlangıcı; Chicago Bulls tiranının oluşma ihtimalinin ilk ışığı. Ana karakterin Jordan olmasının kaçınılmazlığı, draft edildiği ilk sezonda yaşadıklarıyla zihinlerde pekiştiriliyor.

Jordan’ın bu efsanenin oluşmasındaki en büyük yardımcıları ise, serinin diğer bölümlerinde ortaya çıkıyor. Scottie Pippen ve Dennis Rodman’ın karakter dönüşümleri ise; Jordan’la zamansal olarak paralel ilerleyeceği sürece kadar farklı bir rotada ilerlemekte. Jordan ile yolların kesiştiği anda ise, rolleri bir anda değişir ve onlar da Jordan’ın rotasının birer parçası olmak zorunda kalırlar. Bu sayede de başarıya ulaşmak kolaylaşır. Bununla birlikte dramaurjide; protagonist ya da anti kahramanın katharsise ulaşmasını sağlayan bir diğer büyük unsur ise mentor karakterdir. Jordan’ın hayatında bu görevi üstlenen iki önemli karakter görürüz. İlki hayatını şekillendireceği yönü gösteren insan olan babası James Jordan; ikincisi ise Jordan’ın Bulls’taki performansına sistematik bir form veren Phil Jackson olur. Bu sayede dramatik yapıya bir katman daha eklenir.

Dizinin ilk bölümünden itibaren, karakterin gireceği ormanların ve bu ormanlardaki ölümcül engelleri gözlemlemeye başlarız. Flashback ve flashforwardlar sayesinde; Jordan’ın son challengeına ilk bölümden itibaren tanık oluruz. Chicago Bulls GM’i Jerry Krause’un aldığı dağılma kararı; karakterlerin son yolculuğunun adını koyar. Phil Jackson’ın 1998 sezonu için verdiği isim olan The Last Dance, basketbolun dev isimlerinin karakter şemalarının aşması gereken son engel olur. Bu engeli de yaşanan tüm zorluklara rağmen aşan Jordan, Pippen, Rodman ve ekibin yeni üyeleri; bizleri muhteşem bir katharsisle buluştururlar.

1984’ten 1998’e kadar uzanan Michael Jordan efsanesi; yarattığı markanın etrafındaki tüm duvarları yıkarak seyirciyle buluşur. Protagonist olarak gördüğümüz Jordan’ın; aslında çok güçlü bir anti kahraman olduğunu, yaşananların her karakterin ağzından dillendirilmesiyle idrak ederiz. Uzun yıllar içerisinde oluşan ve gün geçtikçe gelişen bu efsane figürün; geçilmesi gereken zorluklarda, yeri geldiğinde ne kadar makyavelist yeri geldiğinde de ne kadar kırılgan olduğunu gözlemleriz. Bu sayede Jordan; artık hiç kimsenin gözünde yıllar önceden kalan bir mit değil, kanlı canlı bir insandır. Yaşananların ardından geçen yirmi yıldan fazla süreye rağmen bitmeyen kini, rekabet hissi, yenilmekten duyduğu nefreti ve saha dışındaki hırslarıyla Michael Jordan; kelimenin tam anlamıyla “büyük” bir karakter olarak beyaz cama yansıyor.

Sinema dilinin kolayca çalışabildiği büyüklükteki bu karakter; dizinin kaliteli olarak addedilebilmesini sağlayan ilk ve en büyük unsurdur. Pippen, Rodman, Phil Jackson ve Bulls’un 8 yılda elde ettiği 6 şampiyonluğun gelişimindeki zorluklar; dizinin katmanlarını çoğaltan diğer unsurlar olarak öne çıkar. Phil Jackson’ın liderliği ve filozof kişiliği, Rodman’ın ayrıksılığı, Pippen’ın görevini maksimum seviyede yapan ve yardımcılıktan hiç çekinmeyen yapısı, Steve Kerr’ün üçlükleri ve daha nice bileşen; The Last Dance’in bir belgesel dizisi efsanesi olmasını sağlayan etmenler olarak karşımıza çıkar.

1984-1998 arasında yaşanan tüm gelişmelere, bizimle birlikte bugünden bakan basketbol ilahları; The Last Dance’i bizlere sundular. 2020 yılında spora dair üretilmiş en büyük içerik olan bu yapım, belki de 21. yüzyıla damga vuracak şekilde spor tarihine ışık tutmuştur. Bununla birlikte belgeselde; dramatik yapının kurulumunda karakterler ve olaylarla birlikte, kurgu da başrolü oynayan unsurlardan biri olur. Flashforward ve flashbackler sayesinde can verilen basketbol tarihini; kurgu maharetiyle, karakterlerin kronolojisinin yeniden dizgiye alınmış ve kahramanın yolculuğuna göre dizilmiş şekliyle görürüz.

Hedefe ulaşma konusunda yapabileceklerinin tamamını yapan ve önüne çıkan tüm risk seviyelerini aşarak zafere ulaşan Michael Jordan ve onun sembolize ettiği Chicago Bulls tiranı; bizlere kazanma yolunda gereken tüm rollerin dağılımını gösterir. Mükemmel bir kazanan olmanın farklı farklı yöntemleri The Last Dance’te bulunmakta. Ancak bir ekip oyununda; ne olursa olsun başta gelen unsurun takım olduğunu ve onun her bireyinin katkı sağladığı takım kimyası olduğunu görürüz. Jordan takımı olmadan başarılı olamazken, takımı da Jordan olmadan bekleneni veremez. Bu sebeple başarının ilk ölçütünün “kimya” olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.